Yeryüzü, reklamların ebedi yüzüydü.
Kafayı biraz olsun kaldırıp etrafa, binalara, göğe bakmak mı ? İmkânsız! O zaman yerdeki reklamlara kim bakacak? O ürünler yalnız kalacak değil ya! Hem binalarda bakmaya değer ne vardı ki artık? Cephesindeki bir süs mü? Bir kadının iç çekişleri mi? Tavandan aşağı usulca
sarkan eski bir avize mi? Bir ailenin geçim kaygıları mı? Hepsi geçti bunların, hepsi geçti. İçi kaygısızlık dolu şi- ringalarla iyileştirdiler şehri.
Canının yanacağını ne kadar bilse de birkaç saniyeli- ğine kafasını hafifçe yukarı kaldırmayı başardı. Gördüğü açının alanında neler neler yoktu ki... Birkaç ağacın gövdesi, bir market, birkaç binanın giriş kapısı, işe giden boynueğikler. Hepsi hayattaki görevine devam ediyordu. O anda ekranına dün paylaştığı gönderiyle ilgili bir bildirim düştü. Önce bildirime aldırmadı. Bakışlarını kaçırdı. Gördüğü şeylerin tadına biraz olsun varabilmeyi istedi. Bildirim, bildirim! Ağacın gövdesinin rengine baktı. Renkleri algılamak ne kadar güzeldi! Gövdesinde yıllara göğüs germiş yaşam çizgilerine odaklandı. Bildirim "Ben buradayım, bana bak!" diye mızmızlanıp duruyordu. Hayır, bildirim! Hayır! Sokakta yürüyen kişilerin bu hayatla aralarına koyduğu keskin sınırları düşündü. Sonra da o sınırlardaki asabi gümrük görevlilerini aşıp içeri girme hakkı kazananları. Hayatı ile bildirim arasındaki bu dü- elloda kim galip gelecekti? Sadece birkaç saniye dayana- bildi. Dikkati havlu attı. Ringin favorisi olarak gösterilen bildirim onu nakavt etti.
"kitaplar bana elimizde reklamlaşmamış olarak kalan son şey gibi geliyor. Hayallerimiz kırıldığında elimizdeki tek tutkal gibi onlar. Gerçekliğin bombaları üzerimize bir bir yağdığında kaçabileceğimiz tek sığınak. Reklamlar onların içine de girerse okurlar olarak bundan nasıl etkileniriz diye endişelendim sadece."
Bizi yalnızlık hapishanesinden çıkarıp özgürlüğümüze kavuşturacak tek gardiyan yine kendimiziz. Fakat yalnız lığın da bir tür özgürlük olmadığını kim söyledi? Yalnızlık, dış kalabalıkların içindeyken iç kalabalıkları seçme bilincidir. Dışımızda her geçen gün genişleyen bir evren olduğunu herkes bilir. Peki, ya o içimizdeki evren? O da gün geçtikçe ruhumuzun sınırlarına mı göz diker durur yoksa? İç daralması bir çeşit genişleme midir? Nereye kadar haddini aşmaya devam edecektir bu içimiz dedikleri? Biri ona dur desin artık, ne olur! Bugüne kadar karnını doyurduğu yalnızlıklar yetmedi mi?! Sana sesleniyorum, hadsiz ve açgözlü içimiz! Evren sürekli genişlerken insanın içinin hâlâ bu kadar daralabilmesi ne kadar acı.
İnsan olmak, dış görünüş ile iç görünüş arasındaki me- safeyi kapatma sanatıdır. Dışımızdan içimize her gün bir kazma vururuz. Kimi zaman unutulan kürekler olur, içimizin topraklarını santim oynatamayız yerinden. Kimi zaman da kazmalar vurulur, hiç beklenmeyen sert kayalara denk gelir darbeler. Bir türlü kapanamaz o mesafe. Bazen kapandığını sanırsın. Kendini kendi haline bırakırsın. Ama nafile! Bir bakmışsın arayı açmış, geride bırakmış hayat seni yine...
Etrafımız mutsuzluk atmosferiyle kaplıyken onun belirlediği hava durumundan kaçabilmek imkansızdır. Geçim sıkıntısı karlarına karşı mesai odunları yakarız. Karamsarlık yağmurlarına karşı iyimserlik şemsiyeleri açarız. Depresyon dolularına karşı da hobi ilaçları alırız... Hepsi bir süre sonra yetersizleşir. Ama elbet o havanın da güneşe döneceği günler gelecektir. Mutsuzluk bulutları arasına gizlenen o mutluluk güneşini bulmalı. Elimizdeki tek hayatı gerçekten de tek hayatmış gibi yaşamaya başlamanın tek çaresi bu. İnsanın güneşi, içinde saklı olan esas yeteneğidir. İnsan o tek gidişlik biletlerden bir tanesini de içine yapacağı yolculuk için alsa keşke.