19. yy İngiltere’sinin küçük bir kasabasında, hatta kasabadaki iki çiftlikte yaşayan ailelerin, iki kuşak boyunca yaşadıkları, güzel bir kurguyla anlatılmış.
İlk sayfalarından itibaren kendini okutan, akıcı bir kitap. Bazı klasiklerde olduğu gibi uzun tasvirlerle geçen sayfalar yok.
Yansıtılanın aksine romantik bir aşk hikayesi değil. Belki hastalıklı denebilecek bir aşk sözkonusu ama daha çok kin, intikam, güç savaşı konuları işlenmiş.
İnsanın karakterini belirleyen nedir? Çocukluğunda yaşatılanlar mı, doğuştan gelen fıtratı mı, genleri mi, yaşadığı çevre mi? İyi veya kötü insan olmayı bunların hepsi etkilese de karakterimizde değiştirelemeyecek kısımlar var mı? Bu soruların cevabını bulmaya çalışabileceğimiz bir kitap.
Okurken, karakterlere karşı nefretle acıma duygularını aynı anda yaşatıyor. Hem iyiyle hem kötüyle empati kurup anlamaya yönlendiriyor. Bu açıdan da ilgi çekici buldum.
Beni, bu kitabı okumaya iten asıl sebep, yazarının yaşadığı devirde, yaşadığı coğrafyada kadınların şiir, kitap yazması yasakken, iki kız kardeşiyle birlikte( biri Jane Eyre’nin yazarı Charlotte Bronte) yazma tutkusundan vazgeçmemesi, önce erkek adıyla şiirler yazıp, daha sonra kendi kitaplarını yazmaları ve bu kitapların şimdi Dünya Klasiği olarak okunması.. Üstelik, 30 yaşında tuberkülozdan öldüğünü öğrenince, üzüntüyle karışık bir hayranlıkla okuma gereği duydum. İyi ki okumuşum.
Akıcı, yormayan, güzel bir film tadında bir kitap okumak isteyenlere tavsiye ederim.