Soğuk umutsuzluğun zehirli sevincini öğrenmiştim; bütün bir sabah boyunca hiç acele etmeden, yatağımda yatarken doğduğum güne ve saate küfretmenin tadını almıştım.
Kendi akranlarımdan uzak duruyordum, hatta insanlara tamamen yabancıydım; annemle bile çok az konuşuyordum. En çok kitap okumayı, tek başıma dolaşmayı ve hayalleri, hayallere dalmayı seviyordum. Hayallerim neydi, söylemek zor; gerçi bazen, ardında hiç kimsenin bilmediği sırların olduğu yarı açık bir kapının önünde durduğumu hayal ediyordum; öylece duruyor, bekliyor, kendimden geçer gibi oluyor ama yine de eşikten adımımı atmıyordum, -orada neler olduğunu düşünerek- öylece bekliyor, donup kalıyor... ya da uyukluyordum. Eğer damarlarımda şair kanı aksaydı mutlaka şiir yazmaya kalkardım; ilahiyata yakınlık duysaydım mutlaka keşiş olurdum ama bunların hiçbirine ilgi duymuyordum, dolayısıyla ben hayal kurmaya... ve beklemeye devam ediyordum.
Her şey yoluna girer; en trajik aile olaylarının anıları bile sıcaklığını ve yakıcılığını yavaş yavaş kaybeder ama iki yakın kişi arasındaki huzursuzluk duygusu hiçbir şartta yok edilemez.
Ölüm de, ölüm bile onu kurtaramamış, yarasını iyileştirememişti; aynı acılı, çekingen, sessiz ifade, sanki tabutta rahat değilmiş gibi… damarlarımdaki kanın acıyla dolaştığını hissettim. Çok iyi biriydi ve ölmekle kendisi için en iyisini yaptı.