Dilimde bir türkü. “ Ağrı Dağı’n eteğinde uçan bir güvercin olsam.” Notalar yüreğime çadır kurup konaklıyor uçsuz bucaksız sapsarı ovalarda. Ağrı yakıcı bir sevda. Ağrı gökyüzüne aşık bir deli. Ağrı dumanlı bir bakış, ışıklı bir gülüş. Oy! Ben bir çoban olaydım... Tepesinde mavi gölün kenarına oturaydım... Dağı, taşı, havada uçan kuşu mest eden bir kaval çalaydım... Ben İshakpaşa’da bir Gülbahar oldum bir Ahmet. Hayat ağacının altında oturup uçurumlardan baktım kendime. Hava sıcak. Hava ıslak. Uzaklarda Ağrı Dağı’nın efsane güzelliği. Başım döndü. Dilim tutuldu. Yaşar Kemal okuyorum. Bana tatlı tatlı masal anlatıyor. Dili o kadar şiirsel ki, alıp götürüyor sizi ta o diyarlara. Roman her ne kadar bir aşk hikayesi olsa da, o yörenin gelenek ve göreneklerini anlattığı gibi kadının “namus” olarak görüldüğü bir coğrafyada bunun nasıl trajediye dönüştüğünü, zulüm ve baskıya direnen insanların başkaldırısını da aktarıyor okura. Kitabı okurken Ahmet’in gözüpekliğini, Gülbahar’ın karasevdasını, Memo’nun hüznünü ta yüreğinizin derinliklerinde hissediyorsunuz. Halen kadın bedeninin “namus” olarak görülmesi ne hayatları karartıyor kimbilir! Bu gerçekle yüzleşince burnunuzun direği kırılıyor, ruhunuzun bir yanı hep Ağrı’da kalıyor. Dilinizde bir türkü... “ Ağrı Dağı’n eteğinde uçan bir güvercin olsam...” diyorsunuz... Tıpkı benim gibi.