Rönesans hümanizmi için oldukça önemli bir isim ve dünya edebiyatının ilk hikâyecisi sayılan İtalyan yazar ve şair Giovanni Boccaccio ile selamlıyorum sizi.
Tam metinli, ciltli, #nevinyeni ‘nin pırıl pırıl çevirisi Decameron ile…
#karadelik misali toplumu ve inanç önderlerini yutan Ortaçağ karanlığında baskının her türünün hicvedildiği, tabu olan cinselliğin irdelendiği (teşbihte hata yok, alenen irdelendiği) ihanetin,aşkın,ölümün binbir tonunun işlendiği mizah ve eleştirinin flörtleştiği eser hakkında zaten malumatınız vardır.
Ol sebepten niyetim malumatfuruşluk değildir.
Affınıza binaen Decameron ‘a biraz #meltemce bakalım istedim.
“Paran varsa ağa da sensin paşa da sensin.”
Pardon! “Kral da sensin kraliçe de…” demeliyim bu esere göre.
Öyle ya! Veba ortalığı kasıp kavura dururken #dedimolabilir ciler toplamış tacını, terliğini ve dahi oda hizmetçilerini #bizhepşatodayaşadık ezgisi eşliğinde yerleşmişler kent soylularının şanına uygun “salle à manger”e…
Zaman çok, yapacak iş yok, öyküler gırla!
Al takke ver külah, anlat haşmetmeabları anlat!
Mizah bir tarafa, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, demografik ve daha nice menfi boyutları taşıyan #karaölüm ‘ü “Boccaccio’nun Gözünden Bir Salgının Anatomisi” olarak nihayet tamamladığım için mesudum.
18.yüzyıl Alman Edebiyatı’nın önemli isimlerinden biri ile selamlıyorum sizi.
Öykücülük yönü çok bilinmeyen Friedrich Schiller’in çok keyifli bir öykü kitabıyla.
Çok güzel bir tevafuk eseri yakın zaman önce okuduğum #josephvoneichendorff ‘un “Bir Aylağın Hayatından” isimli kitabında geçen benzer bir cümle ile tesadüf eden bu kitap çıkar çıkmaz aldıklarımdan.
Schiller; Wieland, Herder ve Goethe ile “Weimar Klasiğinin” en önemli dört yazarından biri. Hal böyle olunca öykülerine kayıtsız kalmam imkansızdı.
Karakterlerinin psikolojik gelişimine odaklı öykülerinde ahlâki ikileme düşen, umutsuzluğa sürüklenen, suça itilen insanın açmazını dillendirmiş.
Yükte hafif pahada ağır bu öyküleri dilerim teğet geçmezsiniz.
Benlik çatışmasının ve varoluşsal krizin ancak bu kadar güzel anlatılabileceği bir eserle selamlıyorum sizi.
Max Frisch’in hayatın sıradanlığına ve beyhudeliğine katlanamayan otuz yaşındaki bir adamın varoluşunun sınırlarını zorladığı bir kendini arayış hikâyesi olan “Sessizliğin Yanıtı” ile.
Yazarın kendi yaşamından da doneler barındıran bu eseri, heba edilmiş bir hayatın tek sorumlusunun o hayatın sahibi olduğunu gösteriyor bize.
Yaşamı, sadece ona biçilen giysilerden ibaret olan, “elalem ne der örgütünün” kalıplarının içine sığmaya çalışan, ritüeller hengamesi içinde boğulan hemen herkesin hayatında en az bir kere olsun “Dur!” dediği keskin hayat dönemecinden selam veriyor Frisch.
Tam da bu noktada çok sevdiğim #oscarwilde sözü anlatmak istediklerime cevap niteliğinde.
“Yaşamak çok nadir rastlanan bir şeydir. Çoğu insan sadece var olur.”
Frisch denince aklıma gelen ilk isim, Pınar’ımın
epia hediyesi olan kitabı çok büyük bir ilgi ve merak ile okudum.
Ne diyeceksin bu akşam, zavallı, yalnız can,
Ne diyeceksin, gönlüm, eskiden soldun diye,
Tanrısal bakışıyla seni birden ışıtan
O en sevgiliye, en güzele, en iyiye?
Onur verici bir şey yok onu övmek kadar
Bilemez buyurgan tatlılığını hiç kimse
O tinsel teninde Meleklerin kokusu var,
Ve gözü ışıktan bir giysi giydirir bize.
İster geceleyin olsun ister yalnızlıkta,
İster sokakta olsun ister kalabalıkta,
Hayali hep havada dans eden bir meşale.
Kimi kez der: “Ben güzelim, buyruğum şu hem:
Benim sevgim uğruna bağlı kalın Güzel’e;
Ben koruyucu Melek, Esin Perisi, Meryem!”