Görmenin ne demek olduğunu televizyonla birlikte fark ettik. Odalarımıza giren “değişen görüntüler” hayatımızdaki durgunluğu hızla dağıttı. Televizyon, radyo gibi alçakgönüllü ve sakin değildi. Şaşırtıcıydı. Gözlerimizi ondan alamıyorduk.
Radyo alçakgönüllüydü, vakurdu, inatçıydı ama yeni değildi. Televizyon ise hayatımıza ağır bir vaka olarak girdi; radyoyu, kardeşi doğunca ihmal edilen büyük çocuğa benzetti.
Neden siyah önlük giyiyoruz?” diye soran çocuklara, anneler ve öğretmenler yıllarca “kir göstermediği için” dediler. Bu cevapta doğruluk payı vardı kuşkusuz. Çamaşır yıkarken annelerin ellerini parça parça yaran, macun kıvamındaki Güneş sabunlarının kullanıldığı o yıllarda, kir göstermeyen kumaşlar elbette değerliydi. Ama siyah, aynı zamanda susmanın ve itaatin de rengiydi. Siyahta bütün renkler kayboluyor ve aynı sınıfta okuyan avukat, işçi, tamirci, öğretmen, memur, subay, mühendis, hademe, bakkal, kuyumcu, terzi, kasap, doktor, elektrikçi, manifaturacı çocukları “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” oluyordu.
Bir yığın tüketim ürünüyle donatılan hayatlarında şimdiki çocuklar çok yalnız. Yaratıcılığı kışkırtan yokluk ortamında değil; sıkıntıyı büyüten, derin bir tembellik ve umursamazlık yaratan bolluk ortamında büyüyorlar.