Ölülerin nerede yattığı değil, hayattayken nerede ve nasıl yaşadığıydı esas mesele. Mezarlıklar ne ka dar uzağa taşınırsa taşınsın, diriler de kendi mezarlıklarında yaşamıyorlar mıydı?
Şehirlere bombalar yağıyor, pazaryerleri ağır silahlarla taranıyor, kan gövdeyi götürüyor ama sanki kimsecikler ölmüyordu. O zaman insan kendini kanalı değiştirince bitiverecek bir film izlermiş, hani ortada yası tutulacak kayıp yokmuş gibi hissediyordu. Ama yas, ormana bırakılsa da evini bulan köpekler gibi, çağrılmasa bile adresine koşmayı bildiğinden, yine de göğsün altında, yumruk büyüklüğünde, eğreti bir sızı duyuluyordu. Toprağa benzeyen bir kokusu vardı bu sızının. Cinayetleri spikerler değil, ekseriyetle o haber veriyordu.
Dünyada (kokuşmuş çöplükte) adına insanoğlu denilen, anlamının içi boşaltılmış, toz pembe olumlamalar yaparak kendi kendine olmayan gürültüler oluşturup vahşetin sesine kulak kapatan mahluk, şımarık çocuğuna dur deme cesareti gösterebilirse;
YANMIŞ KOL!, YANMIŞ BEBEK!, YANMIŞ HERHANGİ BİR ŞEY GÖRMEZSİNİZ!
Görmeyi istemediklerinizin bir kurgu değil gerçek olduğunun farkında mısınız?!
Gerçi hayat bana öğretmişti; kul kurar, felek gülerdi. Her ilmeğini planlayarak ördüğünüzü sandığınız atkı, gün gelir boynunuza dolanıverirdi. Ölüm diye bir şey vardı çünkü. O varken yarın ne demekti, planlar neye yarardı!
İçimde, mevsimsiz bir dökülme ihtiyacı kıpırdandı. Batmamak için ağırlıklarımdan kurtulma arzusu. Ya da belki gerçeği gizleyemeyecek kadar yorgundum sadece.