15. ve 16. yüzyıllarda Japonya, feodal iç savaşlar yüzünden küçük parçalara ayrılmıştı. Ortaçağ Avrupası’nın savaş ağaları gibi Japon beyleri de (daimyo), bir dizi dahili iktidar kavgasını sürdürmek için profesyonel savaşçılardan (samuray) oluşan silahlı maiyetler besliyorlardı. 17. yüzyılın başında Tokugawa klanı, tüm rakiplerini yenip boyun eğdirmeyi başardı. İmparatorun işlevi törensel görevlerle sınırlandırılırken, klanın başı şogun, ülkenin fiilî yöneticisi oldu. Edo’da (günümüz Tokyo’su) yeni bir başkent kuruldu. Tokugawa şogunları, 18. yüzyıl Avrupası’nın mutlak hükümdarlarına benziyordu. Daimyo aileleri, rehine olarak sarayda tutuluyordu. Ateşli silahlar ve yabancı kitaplar yasaklandı, dış ticaret tek limanla sınırlandırıldı. Katolik dinine geçenler takibata uğradı. Japonya, yeni fikirlere şüpheyle yaklaşan siyasi bir diktatörlük altında kapalı bir toplum haline geldi. Ama feodal anarşinin sona ermesi, tarımla ticaretin yeniden canlanmasına izin verdi. Çiftçiler, zanaatkârlar ve tacirler zenginleşti; ekonomi giderek parasallaştı. Şehirler büyüdü ve onlarla birlikte de şiirler, romanlar ve tiyatro oyunlarından oluşan bir şehir kültürü gelişti.
İthal mallara ve yabancı etkisine getirilen yasaklar giderek daha gevşek uygulanır oldu. Eski sınıflar geriledi. Uzun barış dönemi samurayları gereksiz hale getirerek onları çiftçi ya da tüccar olmaya zorladı.
Oysa birkaç hafta içinde her yerde yenildik. Avrupa Türkiyesini kaybettik. Bulgar ordusu Çatalca'ya geldi, dayandı. Hiç unutmam, Manastır düştüğü vakit hece vezninde bir şiir yazmaya başlamıştım. Ben şiiri bitirinceye kadar Edirne düştü.
İtalya da, emperyalist savaşın gerginliklerinin istikrarsız toplumsal düzende derin yaralar açmasının ardından 1920 yazında devrimin eşiğine gelmişti. İtalya’nın Biennio Rosso’su (“İki Kızıl Yıl”: 1919 ve 1920) sırasında ülke, gerilimlerini sosyalist devrimle çözümlemeye yaklaşmıştı. Bunun olmamasının vahim sonuçları oldu.
Solun başarısızlığı sağın fırsatı oldu: Benito Mussolini’nin faşistleri 1922’de iktidarı ele geçirdi. Savaş sonrası dönemin krizinin kökleri, ülkenin uzun, tekleyen ve asla tamamlanmayan burjuva devriminde yatıyordu. Fransızların yönetimi altında hayata geçirilen feodalizm karşıtı 1796-1814 reformlardan ve birbirini takip eden 1820, 1831, 1848, 1860 ayaklanmalarından beridir İtalya ancak yarım yamalak bir modernleşme yaşamıştı. Ülke, Troçki’nin “bileşik ve eşitsiz gelişme” dediği şeyin çarpıcı bir örneğiydi. Mayıs 1915’te, I. Dünya Savaşı’na girdiği sırada Milano ile Torino gibi kuzey şehirlerinde ileri kapitalist sanayi ve modern işçi sınıfı ortaya çıkarken, kırsal güneyde ise toprak sahipleri, rahipler ve mafyanın eline düşmüş, çaresiz ve yoksul köylüler bulunuyordu.
Berlin, Budapeşte, Milano, Palermo, Prag, Venedik ve Avrupa genelinde çok sayıda şehirde patlak veren ayaklanmalar, Fransız Devrimi’nin başarılı yansımalarıydı. “Halkların Baharı”ndan etkilenmeyen, önemli görülebilecek Avrupa devletleri sadece Britanya ve Rusya idi. Ancien régime her yerde çatırdıyordu. Mutlak monarşiler askerî birliklerini geri çektiler, liberal anayasalar kabul ettiler ve hükümet binalarında yeni parlamenter meclislerin kurulmasına izin verdiler.